Son günlerde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İsrail ilişkilerinde ciddi bir gerilim yaşandığına işaret eden çeşitli gelişmeler öne çıktı. ABD Başkanı Donald Trump'ın Körfez turuna İsrail'i dahil etmemesi, ABD'nin Hamas ve Husiler ile doğrudan temas kurması, İran nükleer müzakerelerinde İsrail'in dışlanması, Suriye'ye yönelik yaptırımların kaldırılması ve Beyaz Saray'da İsrail yanlısı bazı isimlerin görevden alınması bu sürecin somut göstergeleri oldu. Tüm bu gelişmelere ilaveten ABD-Suudi Arabistan arasında imzalanan anlaşmalarda Suudi Arabistan-İsrail arasındaki resmi ilişkilere öncelik veren politikadan uzaklaşıldığının görülmesi Washington-Tel Aviv hattında geleneksel uyumun sarsıldığını gösteriyor. Bu gelişmeler, Trump yönetiminin ABD ve İsrail çıkarlarının aynı olmadığını söz ve eylemle açıkça ortaya koyması olarak yorumlanmalıdır.

Trump yönetiminin İsrail ile yaşadığı kırılma, aslında Trump'ın dış politika öncelikleriyle örtüşen stratejik bir tercihin sonucu. Trump, önceliğini ABD ekonomisine katkı sağlayacak ve Çin'in Orta Doğu'da yükselen etkisini dengeleyecek adımlara vermek istediğini gösteriyor. Bu doğrultuda İsrail'i dışarda bırakarak gerçekleştirdiği Körfez turu, bölgedeki güç dengelerine dair yeni bir okumanın habercisi niteliğinde. Trump'ın Suudi Arabistan ziyaretindeki ihtişam eski ABD Başkanı Joe Biden'ın 2022'deki soğuk karşılanmasına hiç benzemiyordu. Aksine bu karşılama aynı yıl Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'e gösterilen görkemli ilgiyi aşan bir biçimde gerçekleşti. Bu durum, ABD'nin Çin karşısında Orta Doğu'da diplomatik bir alan kazandığını gösteriyor.

Orta Doğu'da ABD'nin gölgesinde yükselen güç: Çin faktörü

Son dönemde Orta Doğu'da ABD nüfuzunun gerilediğine işaret eden çok sayıda somut gösterge ortaya çıktı. Bölgeyle yürütülen ticaret ve yatırım hacminde yaşanan düşüş, kamuoyu araştırmalarında halkların ABD'ye yönelik olumsuz eğilimleri, bölge ülkelerinin alternatif ittifak arayışlarına yönelmesi ve ABD dışındaki aktörlerle imzalanan savunma ve silah anlaşmaları Washington ile geleneksel müttefikleri arasındaki mesafenin giderek açıldığını göstermesi açısından son derece önemli. Bu dinamikler, ABD'nin Orta Doğu'daki etkisinin zayıflamakta olduğuna ve bölge ülkelerinin güvenlik ve ekonomi alanında yeni denge arayışlarına girdiğine işaret ediyor.

Orta Doğu'da ABD nüfuzunun zayıflamasıyla eş zamanlı olarak Çin'in artan etkisi, uzun süredir Batı başkentlerinde kaygıyla izleniyordu. Çin, bugün bölgenin en büyük ticaret ve yatırım ortağı olmasının yanı sıra, enerji kaynaklarının ana müşterisi konumunda. Pekin ayrıca bölge ülkeleriyle savunma ve silah anlaşmaları imzalayarak stratejik işbirliklerini derinleştiriyor. Ancak Çin'i farklı kılan asıl unsur, bölgesel krizlere doğrudan ve askeri olarak müdahale etmek yerine, arabuluculuk ve diplomatik müzakere yoluyla çözüm üretme kapasitesine sahip olması. İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin'de varılan uzlaşma, bu yaklaşımın en somut örneği. Bu gelişme, Çin'in yalnızca ekonomik değil, diplomatik alanda da yükseldiğini gösterirken; ABD'nin askeri müdahalelere dayalı politikalarının bölge halkları nezdinde meşruiyet kaybettiğini ortaya koyuyor. Bu noktada Çin yumuşak gücünü kullanarak bölgede etkisini artırıyor.

Çin'in Orta Doğu'daki nüfuzunu hızla genişletmesi, ABD'nin bölgenin zengin kaynaklarından ve stratejik ekonomik fırsatlarından giderek dışlanmasına yol açıyor. Özellikle ekonomik büyüklüğü üç trilyon doları aşan Körfez bölgesinin yatırım potansiyelinin giderek Çin ve Asya merkezli aktörlere yönelmesi, ABD için ciddi bir jeoekonomik kayıp anlamına geliyor. Bu durum, "Amerika'yı yeniden büyük yapma" iddiasını dış politikasının odağına yerleştiren Trump açısından önemli bir stratejik handikap oluşturur. Bölgesel zenginliklerin ve sermaye akışının Asya'ya kayması, ABD-Çin rekabetinin en yoğun yaşandığı bu dönemde Washington'un Orta Doğu'da mevzi kaybetmesine neden olabilir. Bu nedenle ABD'nin, Orta Doğu'da yalnızca askeri değil, ekonomik ve diplomatik düzlemde de Çin'i dengelemeye yönelik uzun vadeli ve bütüncül bir strateji geliştirmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Hamas, esir takası için teklifte bulundu
Hamas, esir takası için teklifte bulundu
İçeriği Görüntüle

İsrail politikasında rasyonel kırılma mı?

Trump'ın Orta Doğu'da Çin'in artan etkisini dengeleyebilmek amacıyla bazı geleneksel dış politika önceliklerinden geri adım atması yalnızca taktiksel bir tercih değil, aynı zamanda stratejik bir zorunluluk haline geldi. Bu zorunluluğun en belirgin şekilde hissedildiği alanlardan biri, ABD'nin uzun süredir "kayıtsız şartsız destek" biçiminde sürdürdüğü İsrail politikasında yaşanan dönüşüm. Trump, geçmişte İsrail'e verdiği güçlü destekle tanınmasına rağmen, ikinci dönem dış politika vizyonunda İsrail'i ABD'nin bölgesel stratejik hedeflerine hizmet etmeyen, hatta bu hedeflerin önünde engel oluşturan bir aktör olarak değerlendirmeye başladı. Bu değerlendirme, özellikle Körfez ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ortaklıkların önünü açmak, Çin'in bölgeyle kurduğu yatırım ve ticaret temelli ilişkileri dengelemek ve Washington'un diplomatik etkinliğini artırmak amacı taşıyor.

Trump'ın Orta Doğu turuna İsrail'i dahil etmemesi, bu stratejik dönüşümün sembolik bir göstergesi. Trump'ın ziyaret sırasında verdiği mesajlar, artık İsrail merkezli güvenlik mimarisinden çok ekonomik işbirliklerine dayalı yeni bir bölgesel düzene öncelik verildiğini açıkça ortaya koyuyor. Körfez ülkeleriyle yapılan enerji, teknoloji ve altyapı anlaşmaları İsrail'in hassasiyetlerini gözetmeden ilerliyor ve bu durum, ABD’nin bölgedeki klasik müttefiklerinden biri olan İsrail ile ilişkilerinde belirgin bir mesafe koyduğunu ortaya çıkarıyor.

Bu yaklaşımın arkasında, Trump'ın dış politika kararlarında pragmatizmi ön planda tutması ve Çin karşısında kaybedilen jeoekonomik mevzileri geri kazanma arzusu yer alıyor. Trump, Netanyahu liderliğindeki İsrail'i artık bölgesel ekonomik entegrasyon önünde bir engel, hatta Körfez'deki Arap sermayesiyle kurulacak yeni işbirliği modelleri açısından bir risk unsuru olarak algılamaya başladı. Zira, İsrail'in son dönemde artan saldırgan politikaları, özellikle Gazze ve Batı Şeria’daki tutumu, Körfez kamuoyunda olumsuz tepkilere yol açmasının yanı sıra çoğu Arap liderlerin ABD ile açık işbirliği yapmasını da zorlaştırıyor.

Dolayısıyla, Trump’'n İsrail politikasındaki bu kırılma, yalnızca bir liderlik tercihi değil, aynı zamanda Orta Doğu'daki yeni güç dengeleriyle uyumlu ekonomik-rasyonel temelli bir dış politika adaptasyonu olarak da değerlendirilmelidir. Bu bağlamda İsrail'e verilen geleneksel desteğin yeniden gözden geçirilmesi; ABD'nin Orta Doğu'daki etki alanını sürdürmesi ve Çin'in yükselen nüfuzunu sınırlaması açısından kaçınılmaz hale geldiği söylenebilir. Bu, ABD dış politikasında ideolojik değil, çıkar temelli ve esnek bir çizginin öne çıktığını gösteriyor.

Trump'ın Orta Doğu'da Çin'in artan etkisini dengeleyebilmek adına bazı geleneksel ABD dış politika önceliklerinden taviz vermesi, bir tercihten öte stratejik bir zorunluluk haline gelmişti. Trump'ın Körfez turu öncesinde ve ziyaret sırasında verdiği mesajlar, ABD’nin bölgedeki nüfuzunu Çin’e karşı koruyabileceği kazanımlar karşılığında İsrail’e yönelik “kayıtsız şartsız destek” politikasından anlamlı tavizler verebileceğini gösteriyor. Trump, son derece pragmatik bir lider olarak, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'yu artık ABD'nin bölgesel ekonomik çıkarlarına katkı sağlamayan ve işbirliği süreçlerini zorlaştıran bir aktör olarak değerlendirmeye başladı. Bu tutum, Trump'ın Orta Doğu politikasında ekonomik fayda ve büyük güç rekabeti ekseninde Körfez ülkeleri gibi yeni önceliklere yöneldiğinin açık bir göstergesidir.

[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanıdır.]

Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Orta Doğu Haber editoryal politikasını yansıtmayabilir.