Bir insanın öldüğünü ifade etmek için birçok ifade kullanılabilir. Kutsal bir amaç uğrunda ölenler için ise “şehit oldu” ifadesini kullanılırız. Ölü ile şehidi birbirinden ayırır, ölüye ve şehide aynı muamelede bulunmayız. Bir ölüye her şehit dediğimizde şehadeti ve şehitliği yeniden tanımlarız. Bilal Yaldızcı’da olduğu gibi.

Düşünce ve fikir hayatımızda ölüme karşı ne denli nazik olduğumuz her an hissedilir. Bir türlü “öldü” diyemeyiz. İnsana yapılan bir kabalık sayarız bunu belki. “Ömrü nihayet buldu” deriz mesela. Hatta bu hususta çok daha süslü ifadeler de kullanırız bazen: “Terk-i alem-i bi-sebat eyledi” deriz örneğin. En basitinden ise “irtihal” etti, “göçtü” deriz. Ancak yine, bir şekilde “öldü” diyemeyiz.

Yazımızda zaten bir ölümden söz etmiyoruz. Bilal Yaldızcı deyince insanın aklına ilkin bir şeye “inanmamak” geliyor çünkü: Ölüm. Peki onun irtihalini nasıl tanımlayabiliriz? Ölüme inanmayarak. Ölümün ötesinde bulunarak… Bunu ifade etmek için Türkçede çok güzel bir terkip bulunuyor: “Azm-i iklim-i beka eylemek”. Sanırım onun şehadetini en güzel bu şekilde tanımlayabiliriz.

BOZDAĞ’IN YİĞİDİ AFGANİSTAN ŞEHİDİ

1967’de İzmir’in Ödemiş ilçesinde dünyaya gelen Bilal Yaldızcı ailenin tek erkek çocuğuydu. İki de kız kardeşi vardı. Nihal ve Zuhal. Ailesi tek erkek çocuk olması sebebiyle üzerine çok düşüyordu. Lise yıllarında Afgan cihadıyla yakından ilgilenen her genç gibi Bilal’in de yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Arkadaşlarıyla birlikte sürekli Bozdağ’a tırmanırdı. Bunu, Afganistan’a gittiğinde Hindikuş dağlarında zorluk çekmemek için yapardı. Nihayetinde Bozdağ da Anadolu’yu işgal eden Yunan askerlerinin önüne çekilen ilk set sayılabilirdi. Aydınoğlu Mehmet Bey Camii’nde toplanan halk direnişi buradan başlatmıştı. Direnişe zeybekler ve efeler de dahil olarak kahramanca mücadele etmişti. Dolayısıyla Bilal Yaldızcı’nın doğduğu ve büyüdüğü kültür, onun yiğit duruşunu temellendiren bir coğrafya idi.

6 AY SÜREN MEZARLIK YOLCULUĞU

Bilal Yaldızcı, sürekli gençlerle ilgilenen ve yüzünden tebessümü eksik etmeyen bir mücahitti. Yaşıtları İslamcılar gibi o da Afgan cihadını takip ediyor ve yine bütün insanlar gibi o da ölümden korkuyordu. Ancak daha sonra ölüm korkusunu yendi ve daha sonra ölümü de…

Yaptıklarıyla arkadaş çevresini ve ailesini oldukça şaşırtan Bilal Yaldızcı’nın kardeşi Zuhal Yaldızcı, onun bunu nasıl başardığını şu sözleriyle anlatıyor:

“Bir gün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeri girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem ağabeyimi sorulara boğdu. Biz başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık. ‘Anneciğim şu anda kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi altı aydır sürekli yapıyorum. Amacım içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti. Gördüm ki, doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi orada ses çıkarmadan yatıyor.’ Ağabeyimin şehit olduğu haberi geldikten sonra müdürlük yaptığı kuran kursunun masasında küçük bir not bulundu: ‘Allah’a şükür ölüm korkusunu yendim.’ diye”.

Bilal Yaldızcı’nın 29 Ekim 1987 sabahı “azm-i iklim-i beka eylemeden” önce defterine yazdığı son satırlar şunlardı: ‘’Bu savaş bitecek, hem de karanlığa kalmadan, bir iki saat içinde bitecek!’’

“BABACIĞIM, NASİBİMDE GİDİP DÖNEMEMEK DE VAR”

Bozdağ yiğidinin ailesine yazdığı son mektupta ise şu cümleler bulunuyordu:

“Babacığım nasibimde gidip dönmemek gelip de görememek var. Peygamberlikten sonra en büyük mertebe şehitliktir. Sizin yapacağınız Allah’ın takdirine rıza göstermek, boyun eğmek, kesinlikle isyana yönelmemektir. Şimdiye kadar İslam’ın edebiyatını yapan bizler, artık geleceğe yönelmek zorundayız. Gerçek ne kadar acı olsa da.”

Şehit olmadan evvel ailesini bu hususta teselli eden mücahidin cennetten neler gördüğünü biliyoruz artık… “Bu savaş bitti, hem de karanlığa kalmadan!”