Dr. Necmettin Acar

ABD’de Donald Trump’ın seçim yenilgisinin tüm dünyada olduğu gibi Orta Doğu siyasetinde de önemli sonuçlar doğuracağına yönelik güçlü bir beklenti bulunmaktaydı. Bölgede Trump döneminde ABD’nin koşulsuz desteğini elde eden iddialı ve müdahaleci aktörler bu desteği nüfuz alanlarını genişletmek ve kendi lehlerine politik bir düzen kurmak için kullanmaktan çekinmemişlerdi. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bu süreçte Trump yönetiminin sunduğu bu cömert destekten en çok istifade eden aktör oldu. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in Jared Kushner üzerinden Trump ile kurduğu kişisel yakınlık, BAE yönetiminin kendi güç ve kapasitesinin üzerinde sorumluluklar üstlendiği ve çok geniş bir jeopolitik hat boyunca kendi lehine politik bir düzen kurmak için çalıştığı iddialı ve maceracı politikalar için önemli bir destek sağladı.

ABD’nin askeri, diplomatik ve istihbarat desteğini kaybetme ihtimali BAE-Suudi ekseninin son on yıl boyunca tüm bölgede sürdürdüğü iddialı ve müdahaleci politikaların tümünün başarısız olmasına yol açabileceği gibi bu ülkelerin içerisinde de ciddi güvenlik sorunlarına yol açabilir.

Biden’ın, Obama dönemindeki çizgisi, seçim sürecindeki söylemi ve en önemlisi de seçimi kazandıktan sonra kabinesini oluştururken seçtiği bazı isimler ABD’nin bölgeye yönelik dış politikasında yaşanması beklenen bu değişimin ilk işaretlileri olarak okunabilir. Biden yönetiminin ilk haftasında BAE’ye F-35, Suudi Arabistan’a silah ve mühimmat satışını askıya alması, Filistin meselesinde iki devletli çözüme dair vurgu ve İran ile nükleer anlaşmaya dönüş sinyalleri Trump döneminde koşulsuz ABD desteğine alışmış olan bölgenin iki iddialı aktörü olan BAE-Suudi ekseninin yöneticilerini zor günlerin beklediğini ortaya koyuyor. Bütün bunlara ilaveten El-Cezire haber sunucusu Ghada Oueiss’in telefonunun hacklenmesi ve uygunsuz resimlerinin servis edilmesine dair ABD’de açılan bir davada Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in sanık olarak mahkemeye çağrılması BAE-Suudi ekseninde ciddi bir paniğe sebep olacaktır.

Körfez’de Trump devri

Trump’ın dört yıllık görev süresince Orta Doğu’da çok sayıda olağandışı gelişmeye şahit olduk. Özellikle küçük bir Körfez şeyhliği olan BAE’nin kendi güç ve kapasitesinin çok üzerindeki iddialar peşinde koşan etkili bir aktör haline gelme çabası bölge üzerinde çalışan uzmanların en çok dikkatini çeken husus oldu. Çünkü BAE yönetimi bu süreçte Kuzey Afrika’dan Güney Arabistan’a, Kafkaslardan Levant bölgesine çok geniş bir jeopolitik alanda varlık gösterdi ve bölgede kurulması planlanan yeni düzende öncü bir rol oynamaya çalıştı. Trump döneminde BAE yönetiminin takip ettiği üç önemli politikadan bahsedebiliriz.

İlk olarak; bu dönemde en dikkat çeken BAE politikası hiç şüphesiz Muhammed bin Zayid’in Jared Khusner üzerinden Trump yönetimi ile kurduğu kişisel ilişkiler sayesinde ABD’yi, Suudi Arabistan’daki veraset düzenine dolaylı yollardan müdahaleye teşvik etmesi öne çıkıyor. ABD’nin dolaylı müdahalelerinin bir sonucu olarak BAE Veliaht Prensi'nin favori adayı da olan Muhammed bin Selman, taht rekabetinde amcaları Ahmed bin Abdülaziz ve Mukrin bin Abdülaziz ile kuzenleri Muhammed bin Nayef ve Mutaib bin Abdullah’ın önüne geçmeyi başardı. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in Suudi veraset sistemi üzerinde etkili olarak kendisine yakın bir prensin tahta oturmasını kolaylaştırmak istemesindeki asıl amaç, BAE’nin iddialı ve müdahaleci dış politikası için Suudileri etkili bir kaldıraç olarak kullanmaktı. Çünkü Suudi Arabistan demografik yoğunluk, jeopolitik pozisyon, askeri/ekonomik kapasite ve sahip olduğu dinsel meşruiyet açısından bölgenin en önemli aktörlerinden biridir. Suudi iç işlerine bu şekilde müdahil olarak genç ve tecrübesiz bir veliahdın fiili yönetici haline geldiği Suudileri kendi peşine takmayı başaran BAE yönetimi bölgesel dizayn girişimleri için çok önemli bir avantaj elde etmiş oldu.

İkinci olarak; BAE yönetimi bu dönemde alışılmışın dışında müdahaleci bir politika takip etmeye başladı. Arap Baharı sürecine özellikle de Trump dönemine kadar BAE’nin adı hem bölgesel çapta hem de küresel çapta gıpta ile bakılan iktisadi gelişmelerle anılmaktaydı. Şöyle ki 1971 yılında İngiltere’nin Körfez bölgesinden çekilmesiyle bağımsızlığını kazanan yedi emirliğin birleşmesiyle oluşan BAE, petrol gelirlerinin de katkısıyla 1990’lı yıllardan itibaren göz kamaştırıcı bir ekonomik ivme yakalamıştı. Turizm, inşaat, finansal hizmetler, lojistik ve liman hizmetleri başta olmak üzere önemli sektörlerde elde ettiği başarılar ülkeyi kısa sürede küresel ekonominin parlayan yıldızı haline getirmişti. Genel olarak “rantiyer ekonomiler” olarak tanımlanan hidrokarbon ihracatçısı Körfez ekonomileri arasında en planlı ve sürdürülebilir ekonomiye sahip olan BAE’nin yakaladığı bu ivme ekonomi literatüründe “Dubai modeli” kavramı ile ifade edilmeye başlandı. Ülke 1990’lı yılların başından itibaren öyle hızlı bir ekonomik büyüme ivmesi yakaladı ki 1990 yılında 50 milyar dolar olan milli geliri 2014 yılında 400 milyar dolara kadar ulaştı. Bu haliyle BAE, ekonomilerini petrole bağımlılıktan kurtarmak isteyen Körfez ülkelerine ilham kaynağı oldu. Ancak son dönemde ABD’nin koşulsuz desteğini arkasına alan BAE’nin geniş bir jeopolitik hat boyunca askeri müdahaleler, darbeler, insan hakları ihlalleri ve terör örgütleriyle ittifaklar gibi alışılmışın dışında bir politikaya yöneldiğine şahit olduk.

Üçüncü olarak; özellikle 2020 ortalarından itibaren İsrail’le perde gerisinde zaten normal olan ilişkilerin alenileştirilmesine öncülük eden bir BAE yönetimi ile karşılaştık. Bu süreçte BAE geçmişte takip ettiği Filistin politikasından uzaklaşarak İsrail’le “normalleşme” dalgasına öncülük eden bir aktör haline geldi. İsrail’in askeri, endüstriyel, nükleer ve Batı başkentlerindeki lobi kabiliyetini arkasına alarak bölgede oluşacak yeni güvenlik mimarisinin başat gücü olmaya soyundu. Şöyle ki; 1970’li yıllara kadar İngiltere bölge güvenlik mimarisinin başat aktörüydü. Bu tarihten sonra Nixon (1969), Carter (1980) ve Bush (1990, 2003) doktrinleriyle ABD bölge güvenlik mimarisinin başat aktörü haline geldi. 2010 sonrası ABD’nin “Asya Pivot” stratejisi gereğince yükselen Çin’i dengelemek için yönünü Asya-Pasifik’e çevirmesi Orta Doğu güvenlik mimarisinde bir değişimi tetikledi. Oluşan bu güç boşluğu BAE’yi İsrail’le de yakınlaşarak bölgesel denklemde profilini yükseltemeye teşvik etti. Özellikle Trump’ın son aylarında imzalanan “İbrahim” anlaşması bir taraftan BAE-İsrail ilişkilerini normalleştirmesini içerirken diğer taraftan İsrail lobisinin de desteğiyle ABD’den F-35’ler dâhil yüklü miktarda silah alımlarıyla BAE’ni bölgesel askeri bir güç haline getirmeyi amaçlıyordu. Burada İsrail yönetimi hem Körfez ülkeleriyle normalleşerek önemli bir diplomatik zafer elde etti hem de Biden yönetiminin F-35 satışını askıya almasıyla bölgede tehlikeye giren askeri üstünlüğünü korumaya devam ederek askeri bir kazanım elde etmiş oldu. BAE'ye F-35 satışının askıya alınmasıyla bu anlaşmanın önemli bir gerekçesi de ortadan kaldırılmış oldu.

Biden’ın ilk haftadaki icraatları bölge açısından ne anlama geliyor?

Biden’ın, Obama yönetiminin önemli isimlerine kabinede yer vermesi, BAE-Suudi eksenine silah ve mühimmat satışını askıya alması, İran nükleer anlaşmasına dönüş sinyalleri, Filistin meselesinde iki devletli çözüme yaptığı vurgu ve insan hakları odaklı bir dış politika gündemi gibi yaklaşımları BAE yönetiminin geçmişte Trump’ın desteğiyle elde ettiği nispi kazanımları ortadan kaldırabilecek bir kapasiteye sahip. Biden’ın Trump yönetiminin uzun döneme yayılan dış politika adımlarını kısa sürede tersine çevirme konusunda sergilediği kararlı tutum ileriki yıllarda çok daha önemli adımların gelebileceğini göstermesi açısından da oldukça önemli. Burada özellikle silah satışlarının askıya alınması ve El-Cezire haber sunucusuna yönelik bir davada Muhammed bin Zayid’in ABD mahkemesince suçlanıyor olması kritik önemde.

Başta F-35 olmak üzere BAE-Suudi eksenine ABD’nin sağlamayı taahhüt ettiği silah ve mühimmat sistemleri, Arap Baharı sürecinde kendi içerisinde bir rejim güvenliği endişesi yaşayan ve bölge genelinde jeopolitik nüfuzunu genişletmek isteyen BAE-Suudi ekseni açısından hayati önemdeydi. Halihazırda BAE-Suudi ekseni Yemen’de doğrudan Suriye ve Libya’da ise dolaylı olarak savaşın tarafı durumunda. Bütün bu çatışmaların sonuçları ABD silah, mühimmat, istihbarat ve diplomatik desteğine oldukça bağımlı. ABD’nin, Trump döneminde şatafatlı törenlerle imzalanan yüz milyarlarca dolarlık savunma anlaşmaları gereğince taahhüt ettiği bu silahları sağlamayı kesmesi ve BAE-Suudi eksenini “insan hakları karnesi” açısından eleştirmesi tüm bu çatışma alanlarında BAE-Suudi ekseninin başarı şansını azaltacaktır. Uzun yıllardır ABD güvenlik garantilerine yaslanarak rejimlerini korumayı başaran bu ülkeler açısından silah ambargosu anlamına gelen bu politikanın psikolojik sonuçları da en az cephedeki sonuçları kadar olarak ağır olacaktır.

El-Cezire haber sunucusu Ghada Oueiss’in telefonunun hacklenmesi ve uygunsuz resimlerinin servis edilmesine dair ABD’de açılan davada Muhammed bin Zayid’in sanık olarak mahkemeye çağrılması da insan hakları ihlalleri ve basın özgürlüğü gibi alanlarda BAE-Suudi eksenini zor günlerin beklediğini gösteriyor. Burada Muhammed bin Selman’ı işaret eden Suudi istihbarat yetkilisi Saad el-Cebri’ye yönelik suikast girişimi ve Amazon’un kurucusu ve Washington Post’un sahibi Jef Bezos’un telefonunun Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman tarafından hacklendiğine dair çıkan haberle ve her iki ülkede çok sayıda insan hakları savunucusunun maruz kaldığı muamele Biden yönetimi ile BAE-Suudi ekseni arasında yeni bir gerginlik alanı olarak ortaya çıkacaktır.

Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla Muhammed bin Zayid’in ABD mahkemelerinde sanık olarak anılmaya başlanması, Kaşıkçı cinayeti ve Yemen’den yansıyan insani kriz manzaralarının Biden döneminde ABD ile BAE-Suudi ekseni ilişkilerinde önemli bir gündem maddesi olarak ön plana çıkacağını göstermesi açısından önemli. Nitekim son günlerinde ABD basınında Kaşıkçı cinayetine ve bu olayda Muhammed bin Selman’ın sorumluluğuna dair çok sayıda yazı çıkmaya başladı bile.

Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) ve azalan petrol gelirlerinin yol açtığı ciddi ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda olan BAE-Suudi eksenini önümüzdeki günlerde daha da zor bir sürecin beklediğini söyleyebiliriz. Trump döneminde ABD koşulsuz desteğinin oluşturduğu konformizme alışmış BAE-Suudi ekseninin yönetici kadroları bu günlerde Biden yönetiminin Trump’ın uygulamalarını birer birer geri almasından ve geçmiş dosyaları açma ihtimalinden derin bir endişe duymakta. ABD’nin askeri, diplomatik ve istihbarat desteğini kaybetme ihtimali BAE-Suudi ekseninin son on yıl boyunca tüm bölgede sürdürdüğü iddialı ve müdahaleci politikaların tümünün başarısız olmasına yol açabileceği gibi bu ülkelerin içerisinde de ciddi güvenlik sorunlarına yol açabilir.

ABD desteği olmadan BAE yönetiminin, Yemen ve bütün bölge genelinde sürdürdüğü örtülü açık askeri operasyonlarını tehlikeye girebileceği gibi Muhammed bin Selman'ın ülkedeki pozisyonunun zayıflaması durumunda Suudiler üzerindeki nüfuzu da azalabilir. Zaten Yemen meselesinde BAE ile Suudilerin politikaları uzun süredir ayrışmaktaydı. Katar krizinin çözüldüğü El-Ula zirvesinde BAE’nin ablukanın kaldırılmasını öngören anlaşmaya gönülsüzce imza koyması, BAE ile Suudiler arasındaki mevcut çatlağı derinleştirecektir. Suudi Arabistan yönetimi ise uzun süredir gözaltında tuttuğu Ahmed bin Abdülaziz ve Muhammed bin Nayif’in serbest bırakılmasına yönelik bir baskıya maruz kalacaktır. Her iki ismin serbest kalması durumunda Muhammed bin Selman’ın tahta giden yolda oldukça zorlanacağı öngörülebilir.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]