Dr. Necmettin Acar, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası döneme damga vuran tek taraflı politikalarını ve doğurduğu sonuçları buyurgan hegemonya siyaseti tartışmaları bağlamında değerlendirdi.

Rusya-Ukrayna Savaşı sürerken ABD liderliğinde Batı'nın Rusya karşısında güçlü bir blok oluşturmakta başarısız olması, uluslararası siyasal atmosferin geleceğine yönelik yeni bir değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle ABD’nin tek kutuplu dünyanın lideri olarak ortaya çıkması, Washington’da ABD gücünün yenilmezliğine yönelik büyük bir özgüvene yol açtı. ABD’nin 2000 sonrası dönemde "Buyurgan Hegemonya" siyasetiyle müttefiklerinin ulusal çıkarlarını ve tehdit algılamalarını hiçe sayarak Irak ve Afganistan’a yönelik tek taraflı müdahaleleri tam da bu özgüvenin bir sonucuydu.

ABD yönetiminin 2000’li yıllarda Orta Doğu’da denediği bu tek taraflılık politikasını Rusya karşıtı bir blok oluşturmaya çalışmak suretiyle bugün Avrupa’da test ettiğini söyleyebiliriz. Tüm ekonomik, diplomatik ve askeri baskı araçlarını kullanmasına rağmen ABD’nin, Rusya gibi nispeten zayıf bir jeopolitik rakip karşısında Avrupa’da ve NATO bünyesinde güçlü bir blok oluşturmakta son derece başarısız olduğu açıktır. Rusya karşısında sergilenen bu zayıf performansın, yakın gelecekte tırmanmasına kesin gözüyle bakılan ABD-Çin rekabeti bağlamında doğurabileceği sonuçlar, ABD yönetimini “Buyurgan Hegemonya” siyasetini terk etmeye zorlayacağa benziyor.

ABD DÜZENLE ÇELİŞİYOR

Bugünkü uluslararası düzenin temelleri bizzat ABD yönetiminin girişimleriyle II. Dünya Savaşı sonrası atılmıştır. Bu süreçte ABD’nin öncülüğünde oluşturulan NATO, AB, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşların temel felsefesi, uluslararası siyaset ve güvenliği ilgilendiren kritik kararların, Batı blokunun güçlü aktörlerinin müzakere ve görüş birliğiyle alınmasından ileri geliyordu. 1950’li yıllarda oluşturulan bu düzen, Soğuk Savaş’ın bittiği 1990’lı yıllara kadar nispeten istikrarlı bir biçimde sürdürülebildi. Soğuk Savaş sürecinde Batı blokunun Sovyetler karşısında elde ettiği zafer blok içerisindeki bu güçlü ittifak ruhu ile yakından alakalıdır.

Ancak Soğuk Savaş sonrası, ABD’nin bizzat kendi girişimleriyle kurduğu uluslararası sistemin kurum ve kurallarını hiçe sayarak umursamazlığa yöneldiği bir dönem olmuştur. Entelektüel düzeyde “Tarihin Sonu”, “Tek Kutupluluk” ve “ABD Gücünün Yenilmezliği” söylemlerine dayanan bu politik vizyon, 2000 sonrası ABD’li karar vericilerin uluslararası siyaset ve güvenliği ilgilendiren kritik kararlarda, müttefiklerinin ulusal çıkar ve tehdit algılamalarını önemsememeye yöneltmiştir. 11 Eylül olayları sonrası geliştirilen “Teröre Karşı Savaş”, “Önleyici Müdahale”, “Ya Bizimlesiniz ya da Teröristlerin Yanındasınız” doktrinleri ABD tek taraflılığının en önemli yansımaları olmuştur.

Bu süreçte Irak ve Afganistan’ın, uluslararası meşruiyetten yoksun ve Batı ittifakının tüm üyeleri tarafından benimsenmeyen işgali, tek taraflılık uygulamalarının zirvesini teşkil etmiştir. Çünkü her iki ülkenin işgal sürecinde ABD’li karar vericiler, yalnızca Londra ile müzakere etmiş; başta Türkiye, Almanya ve Suudi Arabistan olmak üzere önemli müttefiklerinin güvenlik endişelerine kulak tıkanmıştı. İşgal sürecinde olduğu gibi ABD, Irak ve Afganistan’dan çekilirken de müttefiklerinin güvenlik endişelerini hesaba katmamıştır. Bu dönemde Washington’daki karar vericilerin ABD hegemonyasının rakipsizliğine olan sarsılmaz inancı, ABD müttefiki ülkelerle eşit şartlarda müzakere yerine buyurganlığı seçmelerine yol açmıştır.

Örneğin, bilhassa Irak’ın işgali Ankara’da derin bir ulusal güvenlik endişesine yol açmıştı. Hatta ABD askerlerinin Türkiye’ye konuşlandırılmasına izin veren 1 Mart tezkeresi TBMM’de reddedilmesine rağmen ABD’li karar vericiler işgal planından vazgeçmemişlerdi. Halbuki Irak gibi Türkiye ile tarihsel bağları ve uzun bir sınıra sahip olan ülkeye yönelik işgal ve savaş girişiminde NATO’nun en önemli üyelerinden biri olan Türkiye’nin fikrinin alınması gerekirdi. Üstelik Irak işgaline karşı olan tek aktör Türkiye değildi. Almanya gibi Batı blokunun önemli bir üyesi ve Suudi Arabistan gibi ABD’nin Orta Doğu’daki en önemli müttefikinin de bu işgale açıktan karşı olduğu bilinen bir gerçekti.

MÜTTEFİKLERİNİ UZAKLAŞTIRIYOR

ABD’li karar vericilerin bu tek taraflılık ve buyurgan hegemonya siyasetinin başka bir göstergesi Irak ve Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin ulusal güvenlik endişelerini hiçe sayan uygulamalarıdır. Uzun yıllardır Ankara’nın her fırsatta yüksek perdeden itirazına, hatta askeri güç kullanma tehdidine rağmen ABD’li karar vericiler buyurgan siyasetten taviz vermemişler ve Türkiye’nin güney sınırında terör yapılanmalarına büyük destek sağlamışlardır. Bu süreçte Washington’daki stratejisiler ABD’nin alternatifsiz olduğunu ve Türkiye’nin bazı itirazları dile getirse de ABD’ye boyun eğmekten ve ABD ile “birlikte yürümekten” başka çaresinin olmadığını hesap etmişlerdir.

Neticede Ankara, kendi ulusal güvenliğini ilgilendiren hayati konularda en önemli müttefikine karşı derin bir güven bunalımına girmiş, yerli savunma sanayi kurmaya yönelmiş, alternatif pazarlardan silah temin etmiş ve ABD yerine Rusya ile daha yakın iş birliği geliştirmiştir. ABD’li karar vericilerin bu buyurgan hegemonya siyaseti Türkiye gibi farklı ülkelerin de alternatif arayışına yönelmesine ve NATO’da derin çatlaklara neden olmuştur.

YENİ TEST ALANI: AVRUPA

2000’li yılların başlarından itibaren Rusya’nın küresel siyasette artan ağırlığı ve eski Sovyet coğrafyasına yönelik revizyonist politikaları yeni bir Soğuk Savaş'ın kapıda olduğunu simgelemekteydi. Bu süreçte ABD’li karar vericiler Avrupalı ortaklarını Rusya ile başta enerji tedariki olmak üzere ekonomik ve siyasi ilişiklerini sınırlamaya zorladı. Özellikle Donald Trump’ın Rusya’dan enerji ithalatını tamamen bitirmesi yönünde Almanya’ya uyguladığı baskı[1] geçmişte Orta Doğu’da uygulanan tek taraflılığın ve buyurgan hegemonya siyasetinin Avrupa’da da deneneceğinin ilk işaretleriydi.

Bu süreçte başta Almanya olmak üzere Avrupalı ortaklarının enerji güvenliğine yönelik haklı endişelerini ABD’li yöneticilerin görmezden geldiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün küresel ölçekte doğalgaz arz piyasasının heterojen yapısına yakından bakmak bile bu kanaate varmak için tek başına yeterli. Küresel ölçekte doğalgaz rezerv sırlamasına baktığımızda karşılaştığımız tablo şöyledir: Rusya (yüzde 25), İran (yüzde 17), Katar (yüzde 11).

ABD’liler, müttefiklerini en büyük doğalgaz rezervine sahip olan Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını tamamen durdurmaya zorluyorlar. İkinci en büyük rezerv ülkesi İran ise ABD yaptırımlarına maruz kaldığı için bu ülkeden doğalgaz tedariki mümkün değil. Aslında Obama döneminde bir nükleer anlaşma imzalanmıştı fakat Trump, yine Avrupalı ortaklarının tüm itirazlarına rağmen, bu anlaşmadan tek tafralı çekilmişti.

Bugün İran’ın gazının, Avrupa’da Rus gazının çekilmesiyle oluşacak boşluğu kısa vadede doldurması mümkün değil. Üçüncü rezerv ülkesi Katar ise yakın zamana kadar teröre destek olduğu gerekçesiyle ABD’nin katkısıyla Körfez ülkeleri tarafından ablukaya alınmıştı. Üstelik Katar gazının Avrupa’ya taşınması için Irak ve Suriye’de siyasi istikrara ve Türkiye ile iyi diyaloğa ihtiyaç var. Fakat ABD’liler bir taraftan Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden politikalarla kuzeyde bir terör devleti kurulmasına destek olurken diğer taraftan Türkiye ile ilişikleri germekle meşguller. Bahsedilen buyurgan hegemonya siyaseti küresel doğalgaz rezervlerinin yarısından fazlasının dünyanın en büyük tüketim merkezi olan Avrupa’ya taşınmasını imkansız kılıyor.

Son dönemde Londra ve Washington’un baskısıyla Brüksel’de, Rusya’dan petrol ve doğalgaz ithalatının durdurulmasına yönelik üye ülkelerin oy birliğiyle güçlü bir duruş sergilemeleri bekleniyor. Fakat realite şu ki Avrupalı aktörler ABD’nin son yirmi yıldan beri takip ettiği buyurgan hegemonya siyaseti nedeniyle derin bir enerji güvenliği sorunu yaşıyorlar. Örneğin, Almanya, Polonya, Bulgaristan ve Macaristan gibi ülkelerin Rus gazı olmaksızın ekonomilerini ayakta tutabilmeleri nasıl mümkün olabilir? Joe Biden yönetiminin 2022 yılı sonlarına kadar Avrupa’ya göndermeyi taahhüt ettiği 15 milyar metreküplük LNG[2], halihazırda Avrupa’nın ithal ettiği Rus gazının onda birinden bile az. ABD’nin Avrupalı ortaklarının ulusal güvenlik hassasiyetlerini hiçe sayan bu buyurganlığı Avrupa’da Rusya karşıtı güçlü bir blok oluşumunu engellediği gibi ABD ve İngiltere karşıtı bir siyaseti de zorluyor.

Bugün Rusya karşısında ABD’nin müttefiklerini harekete geçirememesi, çok daha güçlü bir aktör olan Çin karşısında Batı’nın performansının nasıl olacağı konusunda merak uyandırıyor. Batı blokuna hakim olan siyasi atmosfere yakından bakıldığında ABD’nin buyurgan hegemonya siyasetinin sonunun geldiğini söyleyebiliriz. ABD’li karar vericiler ülkelerinin aşınan gücünü ve yükselen küresel ve bölgesel aktörleri er ya da geç fark edecektir. ABD-Rusya ve ABD-Çin jeopolitik rekabetinde Batı blokunun başarısı ABD’li karar vericilerin buyurgan hegemonya siyasetinden vazgeçerek müttefikleriyle müzakere etmelerine ve onların ulusal güvenlik endişelerini hesaba katmasına bağlıdır.