Orta Doğu

ANALİZ: Hizbullah silah bırakacak mı?

Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu, ABD'nin Hizbullah'ı silahsızlaştırma çabalarını ve bu siyasetin olası sonuçlarını kaleme aldı.

Abone Ol

ABD’nin Lübnan siyasetini dizayn etmeye yönelik girişimleri, Donald Trump'ın ocak ayında ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Trump yönetimi, göreve başlar başlamaz Lübnan üzerinde diplomatik baskı kurarak, kendi taleplerini kabul ettirmeye çalıştı. Bu talepler başlangıçta İsrail ile Hizbullah arasındaki ateşkesin sürdürülmesi ve ateşkeste öngörülen koşulların yerine getirilmesiyle sınırlıydı. Hizbullah'ın İsrail'e karşı saldırılarını durdurması ve Litani Nehri’nin güneyindeki askeri varlığını sonlandırması isteniyordu. Geçen 6 aylık süreçte ABD’nin talepleri genişleyerek Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması konuşulmaya başlandı ve Lübnan'a verilecek siyasi ve mali destek örgütün silahlarını teslim etmesi şartına bağlandı.

ABD'nin Lübnan'a yönelik diplomatik baskı siyaseti

Trump'ın Lübnan işlerinin sorumluluğunu verdiği ilk ABD’li diplomat, Orta Doğu Temsilci Yardımcısı Morgan Ortagus'tu. Ortagus, Beyrut’a yaptığı ziyaretlerde, ABD’nin taleplerini dile getirirken ne Lübnan iç siyasetine karışmaktan ne de İsrail yanlısı tutumunu göstermekten kaçındı. Şubat ayında yaptığı sert bir açıklamayla Hizbullah'ın yeni kurulan hükümette yer almasını engellemek istedi fakat bu dayatma başarısızlıkla neticelendi. Ortagus, İsrail'in ateşkesi ihlal edip Lübnan'a düzenlediği hava saldırılarına ve sınırdaki 5 stratejik tepeyi işgal etmesine sessiz kaldı. Ortagus'un Lübnanlı yetkililerle yaptığı görüşmelerde, İsrail'in Hizbullah'a karşı kazandığı askeri zaferden övgüyle bahsederken, saldırılarda yüzlerce Lübnanlı sivilin hayatını kaybetmesini dikkate bile almadı. Ortagus, mayıs ayında Hizbullah'ın Litani Nehri'nin güneyinden çekilmesinin yeterli olmadığını ifade edip, Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması konusunu gündeme getirerek ABD'nin Lübnan siyasetine yeni bir yön verdi.

Öte yandan Orgtagus'un diplomatik teamüllerle bağdaşmayan davranışları Lübnan’da ABD’ye karşı ciddi bir güven kaybına yol açtı. Trump, bu durumun farkına varmış olmalı ki çok geçmeden Lübnan dosyasını Ortagus'un elinden aldı. Bundan sonra Lübnan işlerinin sorumluluğunu, mayıs ayında Türkiye’ye büyükelçi ve Suriye'den sorumlu özel temsilci olarak atanan Tom Barrack üstlendi. Barrack, Lübnan asıllı Hıristiyan iş adamı kimliğiyle hem Trump'ın hem de Lübnanlıların güvenebileceği bir isimdi. Trump, Barrack'a bir diplomatın sahip olabileceğinin ötesinde geniş bir hareket alanı sağladı. Barrack, bu geniş hareket alanını kullanıp kısa sürede Suriye ve Lübnan siyaseti üzerinde etkisini hissettirmeye başladı. Göreve başladığı ilk günden itibaren Suriye ve Lübnan'daki sorunları birlikte düşünme ve çözme niyetini gösterdi. Fakat Barrack'ın bu tavrı ABD’nin bölgedeki stratejik önceliklerinden bağımsız değildi ve ABD’nin Lübnan'a yönelik diplomatik baskı siyasetinin merkezinde Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması vardı.

Kuşkusuz son zamanlarda ABD’nin Orta Doğu'daki stratejik önceliği, Suriye'de ve Lübnan'da İsrail’e karşı tehdit oluşturmayacak ve İsrail'le barış masasına oturabilecek yönetimlerin var olması. Bu stratejik öncelik, Trump'ın bölgede barışı sağlama ve ABD hegemonyasını genişletme planıyla da uyumlu. Bu bağlamda İran'ın her iki ülkedeki nüfuzunu kaybetmesinin ardından Hizbullah'ın silahsızlaştırılması olmazsa olmaz bir gereklilik haline geldi. Dolayısıyla Barrack'ın Beyrut’a yaptığı üç ziyaretinde Lübnan'ın yeniden egemen ve istikrarlı bir devlet olabilmesini Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırması koşuluna bağlaması şaşırtıcı değildir. Asıl şaşırtıcı olan Barrack'ın ilk iki ziyaretinde diplomatik baskıyla Lübnan hükümetini harekete geçirmek istemesi ve tarihsel referanslar kullanarak Lübnanlıların tepkisini üzerine çekmesidir. Barrack'ın, Hizbullah'ı silahsızlandırma konusunda hızlı davranılmazsa Lübnan'ın yeniden Bilad-ı Şam'ın bir parçası olacağına dair sözleri, pek çok kişiye Suriye'nin Lübnan üzerindeki tarihsel iddialarını hatırlattı. Lübnanlı Hıristiyanlar, bu sözlere oldukça sert tepki gösterdi ve Barrack'ın Lübnan üzerinde rolünü sorgulamaya başladı. Barrack, yanlış anlaşıldığını söyleyerek tepkileri hafifletmek istese de bu sözler Lübnanlılar tarafından kolay unutulacak gibi görünmüyor.

Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmasına yönelik taleplerin öncelikli muhatabı Devlet Başkanı Joseph Aun ve Başbakan Nevaf Selam'dır. Trump yönetimi, her iki siyasi aktörden hızlı davranmasını ve çağrı yapmanın ötesinde somut adımlar atmasını bekliyor. Trump yönetimi ayrıca, Selam hükümetinin resmi bir kararla Hizbullah’ın silahlarını bırakma sürecini bir takvime bağlamasını istiyor. Barrack, Beyrut'a yaptığı ziyaretlerde bu konuları açıkça dile getirdi. Bununla birlikte, Aun ve Selam hem ülke içindeki güç dengelerini hem de ülke dışından gelen talepleri gözeterek hareket etmek zorunda. Bu yapılmadığı takdirde Lübnan'ın yeni bir iç çatışmaya sürüklenme veya uluslararası toplumun desteğini kaybetme riski var. Aun, son açıklamasında Hizbullah'a silahlarını orduya teslim etme çağrısında bulundu ve silahların bırakılması karşılığında İsrail'in işgali ve saldırılarını durdurmasını içeren bir öneriyi ABD’ye sunacaklarını söyledi.

Hizbullah nasıl karşılık verecek?

Tabii ABD'nin baskı siyaseti karşısında Hizbullah’ın nasıl karşılık vereceği en önemli mesele. Hizbullah lideri Naim Kasım, örgütün silahlarını bırakmasına yönelik çağrıların sadece İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiğini söylüyor. Kasım'a göre Hizbullah asla silah bırakmayacak ve İsrail’e teslim olmayacak. Öte yandan Hizbullah yetkilileri geçen yıl İsrail’e karşı yürütülen savaşın örgüte verdiği zararın ve aynı süreçte bölgesel güç dengelerinde yaşanan değişimin de farkında. Hizbullah için öncelikli amaç olumsuz koşullara rağmen örgütün varlığını devam ettirmek. İsrail'in Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve hava saldırılarını durdurması karşılığında Hizbullah'ın ağır silahlarını pazarlık masasına getirmesi mümkün. Tabii bu Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması manasına gelmiyor. Hizbullah için tehdit İsrail'le de sınırlı değil. Lübnan hükümeti ve ordusunun vereceği garanti, ülke içinde ve dışındaki bazı silahlı grupların Hizbullah veya Şii toplumunu hedef almasını engelleyemeyebilir. Bundan dolayı Hizbullah füzeleri, insansız hava araçlarını (İHA) içeren bazı silahlarını orduya teslim etmeyi kabul etse bile kendi varlığına karşı tehditlerle mücadele edebilecek bir silah gücünü elinde tutmak isteyecektir.

ABD’nin Hizbullah'ı silahsızlandırma girişimi, İsrail'in güvenliğine katkıda bulunacak bir hamle olsa da İsrailli yetkililerin geçen yıl Hizbullah'ın komuta kademesi ve askeri gücüne indirdikleri darbeden sonra örgütün silah bırakmasını ne kadar umursadıkları muğlak. Lübnan siyaseti silah bırakma tartışmalarıyla çalkalanırken İsrail’in haftada birkaç kez Lübnan topraklarına hava saldırısı düzenlemesi gözden kaçmamalı. Hatta İsrail'de İran desteğini kaybetmiş ve askeri gücü zayıflamış bir Hizbullah'ı kullanışlı bir düşman olarak görenlerin sayısı hiç de az olmayabilir. Tabii daha önce birçok krizi, değişen koşullara ayak uydurarak atlatmayı başaran Hizbullah'ın yeniden eski gücüne ulaşması ihtimali İsrail’in uzun vadeli güvenlik politikaları açısından ciddi riskleri de içinde barındırıyor.

Son olarak Hizbullah'ın silahsızlandırması, İsrail'in işgali sona erdirmesi ve uluslararası toplumun vereceği siyasi/ekonomik desteğin Lübnan'ın normalleşmesi açısından önemli adımlar olacağını belirtmek gerekiyor. Fakat tüm bunlar Lübnan'da egemen ve istikrarlı bir devletin ortaya çıkması için yeterli olmayabilir. Unutulmamalıdır ki Hizbullah gibi güçlü bir siyasi, askeri ve toplumsal aktörün doğuşu ve büyümesi ülkedeki mezhepçi sistemin ve zayıf devletin bir neticesidir. Lübnan'daki mezhepçi sistem tasfiye edilmediği müddetçe Hizbullah tamamen ortadan kalksa da farklı mezhepsel aidiyete sahip yeni bir örgütün dış destekle güçlenmesi ve devlete meydan okuması mümkündür. Büyükelçi Barrack başta olmak üzere, ABD'li yetkililerin Lübnan'ın egemenliğinden ve Lübnan devletinin güçlendirilmesinde bahsederken mezhepçi sisteme ve bu sistemden beslenen siyasi liderlere hiç değinmemesi manidar.

[Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Öğretim Üyesidir.]

Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Orta Doğu Haber editoryal politikasını yansıtmayabilir.